On Altıncı Bölüm: YAHUDİLER VE YAHUDÎLİK
16.1. HZ. MUSA’DAN ÖNCEKİ DEVİR
16.1.1. İsrail Oğullarının Geçmişi
16.1.2. Yahudiliğin Menşeî ve Tarihi
16.1.3. Hz. Yusuf (a.s.) Zamanında Yahudiler
16.1.4. Mısır’da Aşırı Milliyetçilik Hareketi
16.2. HZ. MUSA’NIN PEYGAMBER OLUŞU
16.2.2. İsrail Oğullarının Korkaklığı
16.2.3. Mısır’dan İsrail Oğullarının Göçü
16.2.4. Hz. Musa’nın Kavminin Çölde Dolaşması
16.2.5. Filistin’e Saldırma Emri
16.2.6. Bir Ceza Olarak Çölde Dolaşmanın İkinci Devresi
16.3. FİLİSTİNİN FETHİ VE SONRASI
16.3.2. Hz. Musa (A.S.)’nın, İsrail Oğullarını Doğru Yola Getirmek İçin Yaptığı
İkâzlar
16.3.3. Hz. Yuşa’nın Vaaz ve Telkinleri
16.3.4. Filistin’in Fethinden Sonraki Durum
16.3.5. İsrail Oğullarının İlk Büyük Fitne ve Fesâd Devri
16.3.6. Allah Tarafından Verilen İkinci Bir Mühlet
16.3.7. Yunan Nüfuzu ve Mekkabî İsyânı
16.3.8. İkinci Büyük Fitne ve Fesâd Devri ve Yahudi Devletinin Sonu
16.3.9. Tevrat’ta Yapılan Tahrifler
16.4. SON PEYGAMBER (A.S.)’İN NÜBÜVVETİNİN AREFESİNDE YAHUDİLERİN DİNÎ VE SOSYAL
DURUMU
16.4.1. Arabistan’daki Yahudilerin Güvenilir Bir Tarihi Yoktur
16.4.2. Hz. Muhammed (A.S.)’in Peygamberliği Sırasında Yahudilerin Durumu
16.4.3. Yahudilerin Ekonomik Durumu
16.4.4. Yahudilerin Dinî İnanç ve İbâdetleri Sadece Birer Gösteriydi
16.4.7. Yahudilerin Hz. Muhammed (a.s.)’e Takındığı Düşmanca Tavır
16.4.8. Yahudilerin Düşmanlığı ve Çıkardıkları Fitneler
On Altıncı Bölüm: YAHUDİLER VE
YAHUDÎLİK
16.1. HZ. MUSA’DAN ÖNCEKİ DEVİR
Hz. İshâk (a.s.)’ın evlâtları arasında Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz.
Musa, Hz. Davûd, Hz. Süleyman ve Hz. Îsa (a.s.) ve bazı diğer peygamberler gibi
büyük isimlere rastlanıyor. Hz. Yakûb’un lakabı İsrail idi, bu sebeple,
evlâtlarına Ben-i İsrail veya İsrail oğulları denmiştir. İsrail oğulları, eski
çağların en güçlü ve en etkin dini ve siyasi topluluklardan biriydiler, İsrail
oğullarının vaaz ve tebliğlerinin sonunda, dinlerini kabul eden diğer bir çok
millet de kendi siyasi ve kültürel hüviyetlerini kaybederek zamanla İsrail
oğullarından biri oluverdiler. Bu muazzam topluluk zeval ve çöküşleri yüzünden
madden ve mânen yozlaşıp, bozulunca önceleri Yahudilik ve sonra Hıristiyanlık
gibi dünyanın iki büyük dini doğmuş oldu.
İsrail oğullarının rivâyetlerine göre; ataları Hz. Yakûb (a.s.),
Cenâb-ı Allah ile güreş yapmıştı. Güreş bütün gece sürdü ve sabah olunca da
Allah-u Teâlâ, Hz. Yakûb’u yenemeyince kendisine şöyle dedi: “Bu iş burada
biter, bana artık gitme izni ver.” Hz. Yakûb, “hayır, Sen bana bereket ve bolluk
verinceye kadar sana gitme izni vermeyeceğim” diye cevap verdi. Allah, “adın
nedir?” diye sordu. O da “Yakûb değil İsrail olacaktır. Zira, sen Allah ve
diğer adamlarla güreştin ve gâlip geldin.”[1].
16.1.1. İsrail
Oğullarının Geçmişi
İsrail oğulları arasında bir yandan, Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Hz.
Yusuf v.s. gibi büyük peygamberler doğdu, diğer yandan, bu millet Hz. Yusuf
zamanında Mısır’da hatırı sayılır kuvvet ve iktidara sahip oldu. Öyle ki, İsrail
oğulları dünyanın en büyük hâkimi ve en kuvvetli, kudretli ve müreffeh ulusu
olarak ün yaptılar.
Tarihçiler ve din âlimleri, İsrail oğullarının iktidar ve ikbal
devrinin Hz. Musa (a.s.) ile başladığına inanırlar. Oysa, Kur’ân-ı Kerim’in
Maide sûresinin 20. âyetine göre bu millet çok daha önceden parlak dönemini
yaşamıştı. Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat Hz. Musa’nın kendi milletinin parlak
geçmişinden söz ettiği de beyan edilmiştir.
16.1.2.
Yahudiliğin Menşeî ve Tarihi
Gerçek şudur ki, gerek Hz. Musa gerekse O’ndan önceki ve sonraki
peygamberlerin getirdiği din İslam’dan başka bir şey değildi. Bu
peygamberlerden hiçbiri Yahudi değildi. Yahudilik onların zamanında doğmuş da
değildir. Yahudilik kelimesi çok daha sonraki devrin ürünüdür. Aynı şekilde
Yahudi dini veya Musevilik de çok daha sonraki devirlerde teşekkül etmiştir.
Yahudilik, Hz. Yakûb’un dördüncü oğlu Yehuda’ya atfedilmektedir. Hz. Süleyman
(a.s.)’ın kurduğu muazzam saltanat İsrail ve Yahudiyye adıyla ikiye bölününce,
ikinci devlete Yahuda’nın soyundan gelenler hâkim oldular. Birinci devlet, (ki
Sameriyye ismini de taşıyordu), İsrail oğullarının başka bir kabilesinin eline
geçti. Büyük Asur İmparatorluğu daha sonra bu Sameriyye veya İsrail devletlerini
ve başkentini ortadan kaldırmakla kalmadı, bu devlette kalan İsrail oğullarının
çoğunu da temizledi veya başka memleketlere sürgüne gönderdi. Bundan sonra
ayakta kalmayı başaran Yahudiyye’de çoğunluğunu Yahuda’nın evlâtlarının
oluşturduğu Bünyamin ve bazı diğer ufak tefek İsrail kabileleri hayatta
kalabildi. Yahuda’nın soyundan gelenler arasından çok sayıda rahip, kâhin, rabbî
ve ahbârlar doğdu. Bunların kendi fikir, görüş ve felsefeleri doğrultusunda,
yüzyıllar içinde bir akide, inanç, dua, ibadet ve törenler manzumesi meydana
geldi, ki buna sonradan “Yahudilik” denildi. Yahudi inanç ve ibadetlerinin
iskeleti ta M.Ö. dördüncü yüzyılda ortaya çıktı ve M.S. beşinci yüzyıla kadar
şekillenmeye devam etti.
Aradan geçen uzun yıllar süresince, Hz. İshâk’a, Hz. Yakûb’a
veya Hz. Musa’ya gelen dinin yüzünü tanınmaz hale getirdiler. Gerçek dinin çok
az unsurları Yahudilikte asıl şekillerini koruyabildiler. Diğer akide ve
inançlar ise, Yahudi din adamlarının, kâhin ve rabbîlerin yanlış telakki ve
tefsirleri ile tevilleri ve kasıtlı tahrifleri yüzünden şirk ve putperestliğe
yakın hale geldi: Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif
yerlerde İsrail oğullarına şöyle hitap edilmiştir: “Ey, Yahudi olmuş İnsanlar”.
Yani, Kur’ân-ı Kerîm’e göre “Yahudilik”, sapıklık ve şirk ile eşdeğerde ve
eşanlamda idi. Ayrıca, Yahudilik batağına düşen sadece İsrail oğulları değildi,
bazı diğer ırk ve milletten olanlar da bunlar arasında idi. Kur’ân-ı Kerim’de
İsrail oğullarından bahsedilirken aynen “Ben-i İsrail” veya “İsrail oğulları”
deyimi kullanılmıştır. Fakat Yahudiliği meslek edinenlere “Yahudi olmuş
İnsanlar” deyimiyle hitap edilmiştir.
16.1.3. Hz. Yusuf
(a.s.) Zamanında Yahudiler
İncil ile Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş
olan Çağımızın araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hyksos” (Çoban) kralları
arasında yer alan Apophis’in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya
koymuşlardır. Zira, bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk
gelmektedir.
Mısır’ın başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün
Kahire’nin güneyinde yaklaşık 24. km.’de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18
yaşında iken gelmişti. 2-3 sene, Mısır kralının sarayında kaldı ve 8 sene de
zindanda. 30 yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve 80 yaşına kadar rakipsiz
Mısır tahtında kaldı. Hükümdarlığının 9’uncu veya 10’uncu yılında Hz. Yakûb
(a.s.)’u bütün ailesiyle Filistin’den Mısır’a çağırdı, ve kendilerini Dimyat
ile Kahire arasındaki bir mevkiye yerleştirdi.
İncil’de Hz. Yusuf’un ailesinin yerleştiği yerin adı Cuşan veya
Gûşen olarak yazılmıştır.[2]
Hz. Mûsâ (a.s.) doğuncaya kadar bunlar buralarda kaldılar. İncil’deki kayıtlara
göre, Hz. Yusuf 100 yaşma geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrail
oğullarına, Mısır’dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet etti.
İsrail oğullarının Mısır’a yerleşmelerine imkân sağlayan Hz.
Yusuf bizzat bir peygamber idi. Bundan sonra 400-500 sene Mısır’ın iktidarı
İsrail oğullarının ellerinde kaldı ve bu süre içinde Mısır’da Allah’ın dinini
-yani İslam’ı- yaymaya büyük gayret sarf ettiler. Bu müddet içinde Allah’ın
dinini kabul etmiş olanların sadece dini değil, aynı zamanda yaşantıları ve
kültürü de değişmiş olmaktadır. Bu imanlı ve inançlı Mısırlılar gayet tabii ki
kendi ırklarından olan diğer Mısırlılardan her bakımdan farklı bir inanç ve
yaşantıyı benimsemiş ve böylece İsrail oğullarına daha çok yaklaşmış, yanaşmış
ve onlarla kaynaşmış olabilirler. Müşrik yerliler böylece imanlı Mısırlılara,
tıpkı Hindistan’da yerli Hinduların yerli müslümanlara yaptıkları gibi yabancı
muamelesi yapmış olabilirler. Mısırlı müslümanlar da Hintli müslümanlar gibi,
yerli müşrikler tarafından “İsrail oğulları” olarak sıfatlandırılmış olabilir.
Bizzat Mısırlı müslümanlar bütün dinî, sosyal ve kültürel faaliyetleri
bakımından yerli müşriklerden kopmuş olabilirler. Onların alışverişleri ve
kaynaşmaları artık daha çok İsrail oğullarıyla gerçekleşmiş olabilir. Bu
sebepten dolayıdır ki, Mısır milliyetçiliği aşırı derecede herkesi sarınca
İsrailoğullarının uğradığı her türlü zulüm, baskı ve işkenceye Mısırlı
müslümanlar da hedef oluverdiler. Ve İsrail oğulları Mısır’ı terk etmeye mecbur
edilince bu zavallılara Mısırlı müslümanlar da katılıverdiler, ama artık
herkesin adı “İsrail oğulları” olmuştu.[3]
16.1.4. Mısır’da
Aşırı Milliyetçilik Hareketi
Hz. Yusuf (a.s.)’un devr-i hükümeti geçince Mısır’da görülmemiş
bir milliyetçilik hareketi başladı. “Yerli ve ulusal iktidar” sloganıyla
başlatılan bu hareketin sonunda Kıptîler iktidara geldiler. Yeni milliyetçi
iktidar, İsrail oğullarının gücünü ve etkisini ortadan kaldırmak için elinden
gelen çabayı harcadı. Bir taraftan, İsrail oğullarına bütün iktidar, hükümet,
mevki ve makam kapıları kapatılırken, bir taraftan da her türlü zulüm ve
baskıya maruz kaldılar, İsrail oğulları sadece hakarete uğramak, aşağılanmak
veya kötü işlerde çalıştırılmakla kalmadı, aynı zamanda nüfuslarının
azaltılması için plânlı bir soykırımına da başlandı. Erkek çocukları
öldürülmeye başlandı. İsrailli kızlar ve kadınlar öldürülmedi, ama Kıptîler ile
evlenmeye zorlandı. Böylece sadece Kıptî ırkın gelişmesi için mükemmel bir plan
uygulanmaya başlandı. Talmud’daki kayıtlara göre bu korkunç sindirme ve
temizleme hareketi ve soykırımı, Hz. Yusuf (a.s.)’un vefâtından 100 yıl sonra
başladı. Yeni ırkçı Kıptî iktidar, önceleri İsrail oğullarının verimli toprak ve
evlerine el koydu, diğer mal ve mülklerini zaptetti ve daha sonra da hükümet ve
devletteki bütün mevki ve makamlarından onları mahrum bıraktı. Kıpti hükümdarlar
baktılar ki, bunlar da İsrail oğullarının müthiş gücünün kırılmasına ya da
onların Mısırlı dindaşlarının büyük nüfuzunun azalmasına yetmemiştir; bunun
üzerine onları zelil ve rüsvây etmeye başladılar. Onları en kötü ve ağır işlerde
çalıştırıp en az ücret vermeye başladılar. Ayrıca, yukarıda işaret ettiğimiz
gibi nüfuslarını da azaltmak için sinsi bir plân uygulamaya başladılar. Kur’ân-ı
Kerim’de; Firavunların, Mısır nüfusunun bir bölümünü zelil ve rüsvây ettikleri
ve İsrail oğullarına hayatlarını çekilmez hale getirdikleri (Bkz: Bakara sûresi)
konusunda yer alan kayıtlar işte bu durumu izah etmektedirler.
16.2. HZ. MUSA’NIN PEYGAMBER OLUŞU
İsrail oğulları birkaç asır rezil bir hayat sürdüler.
Durumlarına acıyan Cenâb-ı Allah, aralarından Hz. Musa (a.s.) gibi güzide bir
peygamber çıkardı ve bu sevgili kulu vasıtasıyla onların esaretine, rezil
hayatına ve acınacak durumuna son verdi. Sonra, onlara kutsal kitabını indirdi.
Hz. Musa’nın talimatı ve bu kitabın buyrukları sayesinde aynı mazlum, mahkûm ve
rezil millet, tekrar dünyanın en güçlü ve en kudretli uluslarından biri haline
geliverdi.
Hz. Musa (a.s.) Firavun’un önüne iki mesajla çıkmıştı:
Birincisi, Allah’a itaat etsin (İslâmiyeti kabul etsin); ikincisi, eskiden
müslüman olan İsrail oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.
Hz. Musa (a.s.) aynı zamanda, İsrail oğullarına da şu öğütleri
veriyordu: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Bu toprak Allah’ındır ve
Allah kullarından kimi istiyorsa bunun varisi yapıyor. Son başarı, O’ndan
korkarak işlerini yapmaya devam edenlerindir.”
16.2.2. İsrail
Oğullarının Korkaklığı
Firavun gibi zâlim bir hükümdar ve Kıptîler gibi kana susamış ve
İsrailoğullarının adını ve sanını bu dünyadan silmeye kararlı olan bir
milletten korkan İsrail oğulları önceleri Hz. Musa’nın vaaz ve telkinlerinden
bucak bucak kaçtılar. Hakkı kabul eden ve Hakkın bayraktan (Hz. Musa)’nın
yanında âncak birkaç genç erkek ve kız toplanabildiler. Yetişkin kişiler, anne
ve babalar ile yaşlı kişiler Hz. Musa’dan ve talimatından yangından kaçar gibi
kaçtılar. Dünyayı seven ve ellerindeki küçük nimetlerini bırakmak istemeyen bu
dar görüşlü, menfaatçi ve korkak kişiler, Hak yolunun tehlikelerine katlanmayı
göze alamadılar. Bu kişiler, Hakk’a yanaşmak şöyle dursun. Hakk’ı benimsemiş
olan birkaç genci de korkutmaya ve yollarından caydırmaya çalıştılar. Onların
Hz. Musa’nın yanına gitmemelerini ve böylece Firavun’un gazabına maruz
kalmamalarını istediler.
İsrail oğullarının yaşını, başını almış fertlerinin bu tutumu,
Hz. Musa’nın peygamberliğinden şüphe etmelerinden ya da mesajının doğru
olmadığına inanmalarından kaynaklanmıyordu. İsrail oğullarının bu tutumunun
sebebi, sadece Firavun ve hâkim sınıfa yaranmak ve böylece bazı menfaatler
koparmaktı. İsrail oğullarının ileri gelenleri, Hz. Musa’ya muhalefet etmek
suretiyle hem Firavun’un mezâliminden kurtulmak, hem de mevki ve makam sahibi
olmak istiyorlardı. Bunlar hem ırk hem din bakımından Hz. İbrahim, Hz. İshâk,
Hz. Yusuf ve Hz. Yakûb (a.s.)’un ümmetiydiler ve dolayısıyla Allah’ın gerçek
dinini tanıyor ve biliyorlardı. Ne var ki, uzun yıllardan beri siyasî, sosyal ve
ekonomik şartlar ile dış etkenler ve bizzat kendi ahlâki bozuklukları yüzünden
ürkek, korkak ve güçsüz hale gelmişlerdi ve artık küfre ve batıl inançlara karşı
yükselen iman ve hidayet sesine kendi seslerini katmaktan uzak kalmışlardı.
Ben-i İsrail üst üste iki zulüm ve baskı dönemini yaşamıştı.
Bunlardan birincisi, Firavun II. Ramses’in hükümdarlığı sırasında ve Hz.
Musa’nın doğumundan önce idi. İkincisi ise, Firavun Menfitâh döneminde Hz.
Musa’nın peygamberliğe tâyin edilmesinden sonra başladı. Her iki zulüm ve baskı
devrinde İsrail oğullarından doğan erkek çocukları öldürülüyor, kızları ise
ilerde nikâha alınmak üzere serbest bırakılıyordu.
Hz. Musa ile Firavun arasındaki amansız çekişme, düşmanlık ve
mücadelede İsrail oğullarının ne kadar utanç verici bir tavır içinde oldukları
İncil’in şu ibaresinden belli olmaktadır:
“Onlara (İsrail oğullarının ileri gelenleri), Firavun’un
yanından ayrıldıktan sonra dışarıya çıkınca yolda Hz. Musa ile Hz. Harun’u,
kendilerini beklerken gördüler, O zaman onlara (iki peygambere hitap ederek),
“Tanrı görüyor ve hakkınızda adaletini göstersin. Siz bizi Firavun ve
yardımcılarının gözünde öylesine rezil etmişsiniz ki, bizim öldürülmemiz için
onlara adetâ kılıç vermişsinizdir dediler.” (Huruc; 6: 20-21)
Talmud’da ise İsrail oğullarının, Hz. Musa ile Hz. Harun’a şöyle
dedikleri kaydedilmiştir:
“Biz, bir kurdun bir kuzuyu yakalamasından sonra bir çoban o
kuzuyu kurtarmaya çalışırken, paramparça olan tıpkı o zavallı kuzu gibiyiz.
Sizin ile Firavun arasındaki çekişmede zarar gören biz oluyoruz.”
16.2.3. Mısır’dan
İsrail Oğullarının Göçü[4]
Cenab-ı Allah, nihayet bir geceyi İsrail Oğulları ve Mısırlı
müslümanların Mısır’dan çıkmalarının tarihi olarak belirledi. Kararlaştırılan
gün ve saatte, Mısır’ın her köşesinden çıkan iman sahipleri sayısız kafileler
oluşturdular ve büyük bir kalabalık meydana getirdiler. Muhâcirlerin başında
bulunan Hz. Musa (a.s.) Kızıldeniz’e giden yolu tercih etti. Ancak o taraftan
Firavun büyük bir orduyla Musa ve taraftarlarının peşine düşmüştü ve İsrail
oğulları tam denize açılmaya hazırlanırken, onlara yetişiverdi. Muhacirler
Firavun’un ordusuyla deniz arasında sıkışmışlardı. Tam o sırada, Hz. Musa’ya
Allah’tan emir geldi, “Asâ’nı suya vur” diye. Deniz ortadan ikiye bölündü, her
iki tarafta birer su dağı oluştu ve denizin dibinde muhacirlerin geçmesi için
kuru bir yol açılmış oldu. Muhâcirlerin tümü karşıya geçer geçmez Firavun da
ordusuyla beraber denizde açılan yola girdi, ama bütün ordusu yolun ortasında
bulunduğu sırada iki tarafta duvar gibi duran sular gelip birleşti. Böylece
Firavun ve ordusu denizin sularına gömüldü.
16.2.4. Hz.
Musa’nın Kavminin Çölde Dolaşması
Hz. Musa (a.s.) İsrail oğullarını alarak Mısır’dan Sina
yarımadasının Mâreh, Eylem ve Rafi’dem mevkilerinden geçti ve Sina dağına geldi.
Bir seneden fazla bir müddet burada kaldı.[5]
Tevrat’ın büyük bir kısmı burada indi.
16.2.5.
Filistin’e Saldırma Emri
Bundan sonra, Hz. Musa (a.s.)’ya, İsrail oğullarını Filistin’e
götürme emri verildi. Filistin’in vaadedilen toprak olduğu, bunun İsrail
oğullarının mirası olduğu ve askeri bir harekâtla ele geçirilmesi icap ettiği
belirtildi. Binaenaleyh, Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullarını yanına alarak Teb’îr
ve Hasîrât yoluyla Faran çölüne girdi. Hz. Musa buradan bir heyeti,
Filistin’deki durum hakkında bilgi toplamak amacıyla bu memlekete gönderdi. Bu
heyet, Kâdis mevkiinde Hz. Musa’ya gelip raporunu verdi. Hz. Yuşa, (Joshua) ile
Kalib’in dışında diğer heyet üyelerinin anlattıkları çok cesaret kinci ve iç
karartıcıydı. Bunun üzerine İsrail oğulları isyân bayrağını çektiler ve
Filistin’e yürümeyeceklerini bar bar bağırmaya başladılar.
16.2.6. Bir Ceza
Olarak Çölde Dolaşmanın İkinci Devresi
İsrail oğullarının bu itaatsizliği ve münasebetsizliğinden
gazaba gelen Allah, kendilerini 40 yıl çölde dolaşmaya mahkûm etti. Allah’ın
emrine göre, İsrail oğullarının Sina’da bulunan nesli, Yuşa (Joshua) ile Kalib
dışında Filistin’in yüzünü göremeyecekti. Gerçekten de İsrail oğulları bundan
sonra uzun yıllar çölde dolaşıp durdular. Önce Faran çölünde sonra da Sûr
sahrası ve Şeyin çölü arasında mekik dokudular, bin bir zorluk ve tehlikelerle
karşı karşıya bulundular ve bu arada, ‘Amalika, Amûrîler, Adûmîler, Mezyânîler
ve Mevâb sakinleriyle çatışmak ve hayat mücadelesi vermek zorunda kaldılar.
16.3. FİLİSTİNİN FETHİ VE SONRASI
40 yıllık müddetin sonuna gelindiğinde Adûm hududunda Hor dağı
yakınlarında Hz. Harûn vefat etti. Hz. Musa (a.s.) Ben-i İsrail’i alarak Mevâb
bölgesine girdi ve bütün bölgeyi fethederek Hasbûn ve Şatîm’e vardı. Burada
Abarim dağında Hz. Musa (a.s.) da vefat etti. O’ndan sonra, İsrail oğullarının
önderliğini, ilk halifesi Hz. Yuşa (Joshua) yaptı. Hz. Yûşâ, doğudan Ürdün
nehrini geçerek karşı yakadaki Yerîhû (Eriha) şehrini fethetti. Bu, İsrail
oğullarının ellerine geçen Filistin’in ilk şehriydi. Bundan sonra kısa bir
müddet içinde bütün Filistin, İsrail oğullarının ellerine geçiverdi. Daha önce
işaret ettiğimiz gibi, İsrail oğullarının dinî ve ahlakî çöküşleri Filistin’e
girmelerimden önce başlamıştı. Filistin’in fethinden sonra ise daha büyük
kötülükler yaptılar ve günah işlediler ve bunun korkunç neticesini de daha
sonra gördüler.
16.3.2. Hz. Musa
(A.S.)’nın, İsrail Oğullarını Doğru Yola Getirmek İçin Yaptığı İkâzlar
İbrahim sûresinin 7. âyetinde Hz. Musa’nın vasiyeti şöyle
naklolunmuştur:
“Eğer şükrederseniz, nimetim arttırırım, eğer nankörlük
ederseniz, azabım şiddetlidir diye Rabbinizin ilân eylediğini de hatırlayınız.”
İsrail oğullarının bu şekilde ikâz edilmesi gerekiyordu, çünkü
onlar Allah’ın nimetlerinden iyice istifade ettikten sonra zamanla yozlaşmış ve
Allah’a itaatsizlik etmeye başlamışlardı. Onlar geçmişte de birçok defa Allah’a
itaatsizlik etmiş ve her defasında cezalandırılmış ve tekrar doğru yola
getirilmişlerdi. İsrail oğullarının çileli bir yolculuğunun sonunda Filistin
gibi bereketli bir memlekete yerleşince şeytâna daha çok uyacakları, günâh ve
şerre daha çok bulaşacaklarına dair endişeler boşuna değildi. Onların geçmişini
bilen ve huyunu anlamış olan biri kendilerinin aynı yanılgıya düşeceklerini
sezebiliyordu.
Kur’ân-ı Kerim’deki ikazın benzeri ayrıntılı biçimde İncil’de de
yer almıştır. Rivâyetlere göre, Hz. Musa (a.s.) ölümünden birkaç gün önce
İsrailoğullarını toplayarak uzun bir konuşma yapmış, bu konuşmasında, İsrail
oğullarının geçmiş tarihinden örnekler vermiş, Tevrat’ta yer alan önemli
tâlimâtı tekrarlamış ve en son meşhur ikâzını yapmıştır. Hz. Musa’nın
konuşmasının bu bölümü hitabetin bir şaheseri olup son derece etkileyici ve
ibret vericidir. Meselâ, şu satırlara bakalım:
“Eğer sen, Hüdâvend’in, kendi Tanrı’nın, söylediklerini
samimiyetle kabul edip, bugün benim sana verdiğim, O’nun bütün hüküm ve
talimatına titizlikle uyarsan; Hüdâvend, Senin Tanrın, seni bütün dünyanın
milletleri arasında en büyük ve üstün kılacaktır… Lâkin sen böyle yapmazsan,
ve Hüdâvend’in, kendi Tanrı’nın, sözlerine ve bugün benim sana verdiğim onun
talimat ve kanunlarına titizlikle uymazsan, bütün bu lanetler senin üzerinde
olacaklardır ve sana dokunacaklardır. Sen şehirde de lânetlenmiş olacaksın
tarlalarda da… Salgın hastalıklar senin peşini bırakmayacaktır… Senin
üstündeki gök, pirinç gibi ve ayağının altındaki yer demir gibi olacaklardır…
Hüdâvend seni düşmanlarına mağlup edecektir… Sen belki de bir kadınla
nişanlanacaksın… Ama başka biri onunla cima’ edecektir. Sen ev kuracaksın, ama
bunda oturamayacaksın. Sen. ağaç dikeceksin, ama meyvesini yiyemeyeceksin. Senin
öküzün ise senin gözünün önünde kesilecektir… Sen aç, susuz, çıplak ve her
şeye muhtaç olarak kendi düşmanlarına hizmet edeceksin. Tanrı, düşmanlarını
sana gönderecektir ve hasmın senin boynuna boyunduruk takacaktır. Bu
boyunduruk, sen mahvoluncaya kadar kalacaktır… Hüdâvend seni yerin bir ucundan
başka bir ucuna kadar bütün milletler arasında zelil ve rezil edecektir.”
(İncil, Bölüm 29, ayet 15-64)
16.3.3. Hz.
Yuşa’nın Vaaz ve Telkinleri
İsrail oğullarının, Mısır’da Kıptilere uzun yıllar kölelik ve
uşaklık yapmaları, onların kişilik, karakter, ahlâk ve hayata bakış açısını
öylesine bozmuş, öylesine yozlaştırmıştı ki, bunun etkilerini Mısır’dan
çıkmalarından 70 yıl sonra bile, -ki o zamana kadar zaten putperestliğe
başlamışlardı- Hz. Musa’nın ilk halifesi Hz. Yûşâ’ (Joshua) son hutbesinde
şunları söylemek mecburiyetinde kalmıştı:
“Siz Hüdâvend (Allah)’ten korkun ve iyi niyet ve sadakatle ona
itaat edin ve ibadet edin. Ve ecdâdlarınızın Büyük Nehrin (deniz) öbür
tarafında, Mısır’da taptıkları tanrıları kendinizden uzaklaştırın. Bundan böyle
Allah’a ibadet edin, O’na tapın. Ama eğer, Allah’a tapma hoşunuza gitmiyorsa,
siz bugün tapacağınızı (putu) seçin… Bana ve aileme gelince, biz Allah’a
itaat ve ibadetten vazgeçmeyeceğiz.”
Bundan anlaşılıyor ki, 40 yıl Hz. Musa (a.s.)’nın çaba, vaaz ve
telkinlerine ve 28 yıl Hz.Yûşâ (Joshua)’nın talim, terbiye ve hidâyetlerine
rağmen, İsrail oğulları doğru yola gelmemiş ve geçmişin pek çok kötü huylarını
taşımalarının yanı sıra yeni yeni kötülükler öğrenmiş ve tamamıyla şirk ve
putperestliğin esiri olmuştu.
16.3.4.
Filistin’in Fethinden Sonraki Durum
Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrail oğulları Filistin’e hâkim
olduklarında burada çeşitli müşrik uluslar ve topluluklar yaşıyordu: Meselâ
Hitit, Amûrî, Kenanî, Firizzî, Havî, Yebûsî, Filisti v.s. Bu toplulukların
birçok tanrıları vardı, ki haklarında ağızlara alınmayacak dedikodular meşhurdu.
Yerli Filistinliler arasında çocukları tanrılara kurban etmek çok yaygın bir
âdetti. Mâbedleri birer fuhuş yuvasıydı. Kız ve kadınları mâbedlere rahibeler
olarak almak ve onlarla cinsi münasebette bulunmak rahipler ve kâhinlerin en
büyük eğlencesiydi.
Tevrat’ta Hz. Musa’ya verilen emirde Filistin’in fethinden sonra
müşrik nüfusunun toptan öldürülmesi ve bütün Filistin’in müşriklerden
temizlenmesi yer alıyordu, İsrail oğulları, Filistinlilerle sıkı-fıkı,
olmaları, onlarla sosyal münasebette bulunmaları, onların sapık dini ve ahlâki
görüşlerini benimsemeleri konusunda da ayrılmışlardı.
Ama İsrail oğulları Filistin topraklarına girdikten sonra bu
ilâhi emri unuttular, müşrik Filistinlileri tamamıyla temizleyemediler, aksine
onların sapık inançlarını benimsemeye başladılar. Kendilerine ait olan güçlü ve
birleşik bir devlet kuramadılar, aksine kabileler arasındaki rekabet ve
düşmanlığa yenik düştüler. Her kabile kendisine ait olan bölgeyi merkezden
ayırdı. Bu sebeple hiçbir bölgede müşriklere karşı etkin tedbirler alınamadı.
İncil’e baktığımızda, Sayda, Sûr, Dor, Mücedde, Beyt-i Şân, Cezr
ve Kudüs gibi şehirlerin, Talût’un hakimiyetine kadar müşriklerin ellerine
geçtiğini anlarız. Bu. şehirlerde hâkim olan müşrik medeniyet ve kültür İsrail
oğullarını menfi şekilde etkilemeye devam etti. Bu arada, İsrail oğullarının
ellerinde bulunan bölgelerin sınırlarındaki Filistî, Adûmî, Mevâbî ve
Amûnîler’in güçlü devletçikleri de özerkliklerini sürdürdüler. Hatta daha
sonraki dönemlerde İsrail bölgelerine tecavüz ve baskılarını bir hayli
arttırarak topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Ve, Allahu Teâlâ’nın
Talût şeklinde kendilerine büyük bir yardımı gelmemiş olsaydı, bütün İsrailliler
Filistin’den kovulmuş olacaklardı.
16.3.5. İsrail
Oğullarının İlk Büyük Fitne ve Fesâd Devri
İsrail oğullarının, Hz. Talût’un önderliğinde birleşmesinden
sonra kendilerine yönelik Filistinli kabilelerin büyük bir tehlikesi ortadan
kalkmış oldu. Hz. Talût, İsrail oğullarının kaybettikleri topraklarını geri
almakla kalmadı, ayrıca güçlü bir devlet ve hükümet meydana getirdi. Hz.
Talût’tan sonra Hz. Davud ve Hz. Süleyman Filistin’de barış ve refah devrinin
temelini attılar ve Hz. Musa (a.s.)’nın tamamlayamadığı misyonu tamamladılar.
Ne var ki, Hz. Süleyman’dan sonra İsrail oğulları arasında yeni
ve çok büyük bir fitne ve fesâd devri başlamış oldu. Aralarındaki kavga ve
anlaşmazlık iki ayrı devletin kurulmasına yol açtı. Bunlardan, İsrail adlı
devlet Kuzey Filistin ve Ürdün toprakları üzerinde kuruldu, ki Başşehri
Sameriyye idi. Güney Filistin ile Adum toprakları üzerinde kurulan ikinci
devletin adı ise Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri Kudüs’tü.
Müşrik akide, inanç ve fikir ilk önce ve en çok İsrail
devletinin hükümdar ve halkını etkilediler. Hz. İlyas ile Hz. El-Yesâ1
(a.s.) bu fitne ve fesâdı durdurmak için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar,
ama başaramadılar. Felâkete doğru hızla yol almakta olan İsrailliler bu
peygamberlerin uyarılarına kulak asmadılar. Nihayet, Allah’ın gazabı, Asurlar’ın
saldırıları şeklinde ortaya çıktı. M.Ö. 900’de Asurların, İsrail devletine
yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırıları başladı ve M.Ö. 720’de zâlim Asur
imparatoru Saragon bütün gücüyle İsrail’e saldırdı, Sameriyye’ye girdi ve
İsrail devletine son verdi.
İsrail oğullarının ikinci devleti Yahudiyye’de de Hz.
Süleyman’dan sonra, Allah’ın yolundan sapıldı ve şirke başlandı. Ama burada bu
ameliye biraz daha yavaştı. Asurlular buraya da peyderpey saldırdılar, çeşitli
şehirlerini ele geçirdiler ve Başkent Kudüs’ü muhasara altına aldılar. Ama
Asurluların bu şehri almaya güçleri yetmedi ve Yahudiyye devleti Asurlulara
haraç vermeyi kabul ederek tâbi oldu. Fakat, bu sadece bir nefes alma devresiydi
ve M.Ö. 587’de, Babil Hükümdarı Buht-un Nasr, Yahudiyye’ye öldürücü bir darbe
indirdi, küçük büyük bütün şehirlerini fethetti ve Kudüs’ü de ele geçirdi.
Şehre girerek Süleyman Mabedi’ni yerle bir etti, Yahudilerin büyük bir kısmını
katletti ve binlercesini de çeşitli ülkelere sürgüne yolladı.
16.3.6. Allah
Tarafından Verilen İkinci Bir Mühlet
Sameriyye veya İsrail devletindeki İsrail oğulları, Asurluların
saldırısından sonra siyasi, iktisadî, dinî ve ahlâkî açıdan öylesine derin bir
bataklığa düştüler ki, bundan bir daha kalkamadılar. Fakat, Yahudiyye’de hayır
ile şer arasındaki farkı bilen ve İsrail oğullarının madden ve mânen
kurtulmaları için çırpınan bazı kimseler halâ sağ idi. Dinî ve ahlâkî kuralları
devam ettiren bu sâlih kişiler Yahudilerin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına
zemin hazırladılar. Diğer ülkelere sürgüne giden Yahudilerin de peyderpey
gelmeleriyle güçleri gittikçe arttı. Allah’ın da rahmetiyle, Babil imparatorluğu
da çöktü ve M.Ö. 539’da İranlı Fâtih Kuruş (Hüsrev) Babil’i feth etli ve ertesi
yıl Ben-i İsrail’in kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Yahudiyye’de de
Yahudilere bir takım hak ve hürriyetler tanındı. M.Ö. 522’de İranlı Hükümdar
Darius (Dara), Yahudi hükümdarlarının torunu Zerûd Babil’i Yahudiyye’ye vali
tâyin etti. Bu vali, Süleyman Mabedini yeniden inşa ettirdi.
Bu devirde, Hz. Üzeyir, Musevilik’in arınması ve ıslâh edilmesi
için büyük hizmetler verdi. Yahudi milletinin bütün ilim adamı, devlet ve
siyaset adamı ile en iyi beyinlerini Yahudiyye’de topladı. Aralarında Tevrat’ın
da bulunduğu İncilleri, bir yerde topladı ve neşretti. Yahudilerin din eğitimine
ağırlık verdi, şeriat kanunlarını yeniden tertip etti, ahlâk kurallarını
yaymaya çalıştı, İsrail oğullarına sızmakta olan şirk ve dinsizliğe sed çekmeye
çalıştı. Bu konuda alınan tedbirlerden birisi, de Yahudilerle evlenmiş olan
bütün müşrik kadınların boşanmasını sağlamak oldu.
Kısacası, 50 yıllık bir aradan sonra Kudüs yeniden kuruldu,
Yahudi din ve kültürünün merkezi haline geldi.
16.3.7. Yunan
Nüfuzu ve Mekkabî İsyânı
III. Antiucus M.Ö. 198’de Filistin’i fethetti. Yahudiyye’de
korkunç siyasi ve ekonomik baskı uyguladılar. Yunan kültür ve medeniyetini
geliştirmek ve yaymak konusunda büyük çaba harcadılar. Yunanlıların siyasi
iktidarı ve ekonomik, sosyal ve kültürel baskısı altında kalan Yahudilerin bir
bölümü Yunanlılardan geniş çapta etkilendiler ve efendilerini memnun etmek için
Yunanlılaşmak konusunda hiçbir gayretten kaçınmadılar.
M.Ö. 157’de IV. Antiucus iktidara gelince Yahudi din ve
kültürüne yeni ve daha büyük bir darbe indirdi. Ve bu hususta çeşitli ekonomik,
siyasi ve dinî kanunlar çıkardı ve bunları en sert biçimde uygulamaya başladı.
Fakat bu baskı ve zulüm Yahudiler arasında büyük bir direniş hareketini
başlatmış oldu. Bu direniş, “Mekkabî Hareketi” olarak meşhur olmuştur.
Mekkabî’ler kendi din ve kültürlerini korumak amacıyla Yunanlı hâkimlerine karşı
büyük bir isyânı başlattılar. Hz. Üzeyir’in reform hareketinden etkilenen diğer
Yahudiler de yanlarında toplandılar ve hepsi Yunanlı hâkimlerini ülkelerinden
kovarak Mekkabî devletinin temelini attılar. Bu devlet M.Ö. 67’ye kadar
bağımsız olarak kaldı ve bu süre içinde sınırları bütün Filistin ve çevredeki
ülkelere kadar uzanmış oldu.
16.3.8. İkinci
Büyük Fitne ve Fesâd Devri ve Yahudi Devletinin Sonu
Mekkabî’lerin hareketi, gücünü din ve ahlâktan almıştı. Ama
Yahudiler tekrar iktidar sahibi olup, rahat ve lüks bir hayatı yaşamaya
başlayınca yine dünyaya ve maddeciliğe yöneldiler. Ayrıca kabile ve zümreler
arasındaki kavga ve çekişmeler de su yüzüne çıktı. Bu kavga ve anlaşmazlıklar
öylesine büyüdü ki, bunların bir grubu Fâtih Pompei’yi Filistin’e davet etti. Bu
davete uyan Pompei M.Ö. 63’te Kudüs’ü fethederek Yahudilerin istiklâl ve
hürriyetine tekrar son verdi. M.Ö. 40’ta Filistin, zeki ve teşkilatçı bir Yahudi
olan Herod’un valiliğine girdi. Büyük Herod adıyla bilinen bu şahıs, kendisini
vali olarak tâyin etmiş olan Romalıları memnun etmek için ülkesinde, Roma
kültür, medeniyet, örf ve âdetlerini yaymak yolunda özel gayretler sarf etti.
Aynı zamanda, Yahudi din adamlarını korumak ve onlara çeşitli menfaatler
sağlamak suretiyle, Yahudi halkının öfkelenmesini de önledi. Fakat Yahudiler
arasındaki dini ve ahlâkî çöküş son haddini bulmuştu.
MS. 41’de Romalılar, Büyük Herod’un torunu olan Herod Agrippa’yı
büyük babasının tasarrufunda bulunan bütün memlekete vali olarak tayin ettiler.
Bu hükümdar kendi zamanında Hıristiyanlara olmadık zulmü yaptı. Aradan çok
geçmeden Yahudiler ile Romalıların arası açılıverdi. Ve M.S. 64-66’da Yahudiler
arasında büyük bir isyan patlak verdi. Romalılar buna sert bir cevap verdiler.
M.S. 70’te Titus Kudüs’ü zaptetti ve burada ve Yahudiyye’nin diğer bölgelerinde
büyük bir katliâm yaptı. Yüz binlerce Yahudi öldürüldü veya esir alındı.
Bazıları da sefil ve rezil bir hayat sürmek için başta Mısır olmak üzere çeşitli
ülkelere sürgüne gönderildiler.
16.3.9. Tevrat’ta
Yapılan Tahrifler[6]
İncil’in “İstisna” bölümünde Hz. Musa (a.s.)’nın son hutbesi yer
almıştır, ki bundan daha önce de bahsettik. Bu hutbe veya vasiyette Hz. Musa,
İsrail oğullarından çeşitli sözler alıyor. Hz. Musa onlardan, verdiği talimatı
unutmamalarını, bağırlarına basmalarını, Allah’ın emir ve hükümlerini gelecek
nesillere öğretmelerini, evde otururken, yolda yürürken, her oturuş ve kalkışta
bunlardan söz etmelerini ve hatta evlerinin girişlerinde duvara veya kapıya
yazmalarını istiyor. Filistin’e girdikten sonra ilk iş olarak İbâl dağında
büyük kaya parçalarına Tevratın talimatını oymalarını istiyor. Hz. Musa (a.s.)
ayrıca, Lâvî Peygamber’e, Tevrat’ın bir nüshasını vererek Hayam bayramında yedi
yılda bir ümmetin bütün fertlerini toplayarak bu ilahî kitabı baştan sonuna
kadar okumasını da emretmişti.
Ne yazık ki, Hz. Musa (a.s.)’nın bu samimi rica ve nasihati
İsrail oğulları tarafından ciddiye alınmadı ve Tevrat’ın muhafaza edilmesi ve
nesillerden nesillere ulaşmasını sağlayacak hiçbir tedbir almadılar. İsrail
oğullarının Kitabullah’a karşı ilgisizlikleri o kadar büyüktü ki, Hz. Musa’dan
700 yıl sonra, Kudüs’teki en büyük Yahudi tapmağı, Süleyman Mabedinin Başrahibi
ve Yahudiyye’nin Yahudi hükümdarı, kendilerine Allah tarafından Tevrât isminde
bir kitabın indiğinden bile habersizdiler.
Yahudi âlim ve din adamlarının en büyük kabahati, Tevrat’ı
öğrenmeye ve bunu halk arasına yaymaya çalışmaları yerine bunu, sadece Rahip
ve Rabbî’lerin tekeline ve keyfi tasarrufuna sunmuş olmalarıydı. Diğer
milletlerin fertleri şöyle dursun. Yahudi halk kitlesi de Tevrat’tan tamamıyla
habersiz ve kopuk kaldı. Daha sonra Yahudiler arasında bid’at, cehâlet ve
dalâlet baş gösterince, dinî âlim ve Rabbî’ler bunlara karşı çıkmak ve düzeltmek
yerine revaç bulmuş ve yaygınlaşmış her yanlış akide ve inanç ile ahlâki
bozukluk için Tevrat’tan gerçekler bulmaya başladılar. Tevrat’ta bulunmayan
şeyleri de kendi taraflarından ilâve ediverdiler.
Bu âlim ve Rabbî’ler yalnızca Kitabullah’ın sözlerini kendi arzu
ve istekleri istikâmetinde tevil ve tefsir etmekle kalmadılar, uygun buldukları
şeyleri buna ilâve ettiler ve uygun bulmadıklarını bundan çıkardılar. Bu beyler,
İncil’de kendi tefsir ve açıklamalarını, kendi tarihi, evham ve hurafatı, hayal
mahsulü olan felsefelerini ve ictihâd yoluyla geliştirdikleri şeriat ve
kanunlarını, Allah’ın kelamıyla, içinden çıkılmayacak ve fark edilmeyecek
şekilde karıştırdılar[7].
Yaptıkları bu tahrif ve işledikleri bu günâh sanki yetmiyormuş gibi, bir de
bütün bunların Allah’ın kelâmı olduğunu iddia ederek halka sunmaya başladılar.
Böylece her tarih felsefesi, her müfessir ve yorumcunun te’vili, her ilm-i kelâm
âliminin İlahiyat ile ilgili inancı ve her fakîh’in şeriatle ilgili ictihâdı,
Mukaddes Kitaplar Külliyâtına girerek Allah’ın kelâmı oluverdi. Gayet tabii ki,
bunlar Allah’ın kelâmı olduktan sonra, bunlara iman etmek gerekli haline geldi
ve bunlardan yüz çevirmek veya bunları tanımamak da dinden dönmek ve ayrılmak
olarak telakki edildi.
Araştırmalarımıza göre, Ahd-i Atik (Eski Ahid)’in muhtevâsı olan
ilk beş kitap, asıl Tevrât değildir. Asıl Tevrât ortadan kaybolmuştur. Hiçbir
nüshası veya bölümü hiçbir yerde yoktur. Bu görüşümüz, Ahd-i Atik tarafından da
doğrulanıyor. Şöyle ki, Hz. Musa (a.s.) ömrünün sonlarına doğru, Hz. Yûşâ (Yeşû
veya Joshua)’nın yardımıyla Tevrat’ı toplayarak bir sandığa koymuştu. (İncil,
İstisna bölümü: 31-24-27). Vefâtından sonra M.Ö. 6. yüzyılda Babil İmparatoru
Büht-un Nasr, Kudüs’ü yıkıp yaktığı zaman bu mukaddes sandık da içindeki Tevrât
ile birlikte yanıp kül oldu. Bu büyük yangın ve yağma sırasında sadece bu sandık
ve kitaplar değil, Hz. Musa’dan sonra Musevî Şeriatının müceddidleri tarafından
hazırlanan ve düzenlenen diğer bütün mukaddes kitaplar da yandı. Bu yağma ve
yangından sonra, aradan 200-250 yıl geçince, Hz. Üzeyir bizzat İncil’in
rivâyetlerine göre, İsrail oğullarının kâhin ve din adamlarının yardımıyla
Semavî ilhamla Tevrat’ı yeniden topladı. Ne var ki, çeşitli tarihi olaylar ve
gelişmeler bu külliyat’ın büyük çapta tahrif olmasına ve değişip kaybolmasına
sebep oldular. Büyük İskender’in fütuhatı neticesinde, Yunanlılar ilim, kültür
ve sanatlarıyla birlikte Ortadoğu bölgelerine hâkim olunca, M.Ö. 280’de
Tevrat’ın bütün kitapları Yunancaya çevrildi. Yunan kültürünün etkisi altında
kalan Yahudilerde bile asıl İbranice nüshası kayboldu ve yerine Yunanca
tercümesi kullanılmaya başlandı.
Bunun için, çağımızda Yunanca çevirilerden bize kadar gelen
Tevrat’ın, Hz. Musa’nın Tevratı olduğunu söylemek güçtür. Ama bu demek değildir
ki, bugünkü Tevrat’ta Hz. Musa’nın asıl Tevrat’ının hiçbir bölümü yoktur, ya da
Tevrat’ın tümü sahte ve uydurmadır. Bizim görüşümüz şudur: Bugünkü Tevrat’ta
asıl Tevrat’ın yanında diğer pek çok şeyler de vardır. Ve bundan bazı şeylerin
çıkarıldığı da muhtemeldir. Bugün bu kitabı tarafsız ve objektif bir şekilde
incelemek isteyen bir kişi, bu Mukaddes Kitapta, Allah’ın kelâmının yanı sıra,
Yahudi ulemanın tefsir ve tev’illeri İsrail oğullarının tarihi, İsrailli fıkıh
âlimlerinin ictihâdı ve diğer pek çok şeylerin bulunduğuna kanaat getirecektir.
Bunlar birbirine öylesine karışmış ve iç içe olmuşlardır ki, Allah’ın asıl
kelâmı şudur ve bunun tefsir ve tevilleri şudur diye kesinkes ayırım yapamayız.
Bununla birlikte, şunu da hemen belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerîm açısından,
Tevrat’ta açıklanan ve tebliğ edilen din, bizzat Kur’ân’ın izah ettiği ve
anlatmak istediği dindir, ve Hz. Musa (a.s.)’da, Hz. Muhammed (a.s)’in İslâm’ın
peygamberi olduğu gibi, bu dinin peygamberiydi. İsrail oğulları ilk başta aynı
dine tabiydiler, ama daha sonra Allah’ın dininde kendi arzu, istek ve
menfaatlerine uygun olarak çeşitli değişiklik yaparak bunu “Yahudilik” adına
dünyaya sundular.
Tevrât, Hz. Musa (a.s.)’nın, peygamberliğe getirildikten
vefâtına kadar geçen yaklaşık 40 yıllık süre içinde kendisine nâzil olan
Allah’ın vahiy ve emirlerinden müteşekkil olan Mukaddes kitabın adıdır. Bu
kitapta yer alan vahiyler arasında, kaya parçaları üzerine oyulmuş olarak Allah
tarafından kendisine sunulan 10 emir de vardır. Geriye kalan emirleri Hz. Musa,
yazarak 12 kopyasını çıkartmış ve bunları Ben-i İsrail’in 12 kabilesine
yollamıştı. Hz. Musa bu yazılan emirlerin bir kopyasını da muhafaza edilmek
üzere Lavi peygambere vermişti. İşte bunun adı Tevrat’tı Bu Tevrât, Kudüs’ün
yağma edilmesi ve yakılmasına kadar bir kitap olarak bir sandıkta muhafaza
edildi. Lâvî peygambere havale edilen nüsha, kaya parçaları veya kitabeler ile
birlikte “Ahid Sandığı “na konmuşlardı ve İsrail oğulları, asıl Tevrat’ın
bunların olduğunu sanıyorlardı. İsrail oğulları Tevrat’tan o kadar habersiz ve
ilgisiz idiler ki, Yahudiyye kralı Yusiya zamanında Süleyman Tapmağı tamir
edilirken, Tapınağın Başrahibi ve Yahudi dininin en büyük önderi, Tevrat’ın bir
nüshasını tesadüfen buluverdi. Başrahip önce bundan bir şey anlayamadı ve Kral
kâtibine bunu okuyarak bilmeceyi çözmek üzere verdi. Kâtip de sanki büyük bir
keşif yapıldığı düşüncesiyle Tevrat’ın nüshasını Kral’a sundu. Bu sebepten
dolayıdır ki, Büht-un Nasr’ın Kudusu fethedip taş üstünde taş bırakmadığı zaman,
İsrail oğullarının çok az sayıda muhafaza ettikleri Tevrat’ın aslı nüshaları da
Süleyman Mâbediyle birlikte yanıp kül oldu. Daha sonra, Başrahip Azra (Üzeyir)
zamanında, sürgüne gönderilen İsrailliler Babil’den ve diğer ülkelerden Kudüs’e
gelip şehri yeniden inşa edince Hz. Üzeyir, diğer ulema ile beraber İsrail
oğullarının bütün bir tarihini hazırladı. Bu tarih bugün Mukaddes Kitab’ın ilk
17 cildini oluşturmaktadır. Bu tarihin dört bölümü, yani Huruc (Çıkış), Ahbâr,
Doğum (Geniti) ve İstisna, Hz. Musa (a.s.)’nın siretiyle ilgilidir. Siret ile
ilgili bu bölümlerde Tevrat’ın iniş tarihlerine göre âyetleri de uygun yerlerde
kaydedilmişlerdir. Bu âyetleri Hz. Üzeyir diğer ulema ile birlikte bularak
buraya eklemişti.
Sözün kısası, Tevrât, bölük pörçük olarak Mukaddes Kitap’ta Hz.
Musa’nın siretiyle ilgili bölümlerde yer alan âyet ve emirlerin adıdır.
Tevrat’ın bu ilgili bölümlerini, ancak Hz. Musa’nın siretini yazmış olan
kişinin, “Tanrı, Musa’ya dedi ki” ve “Musa, Hüdâvend, Sizin Tanrınız, şöyle
buyurmuştur” gibi cümleler altında naklettiği söz ve cümleleri olarak tesbit
edebiliriz. Aynı şekilde Hz. Musa’nın sireti ile ilgili kayıtlar başlayınca da
ilgili âyet ve bölümlerin bittiğini anlayabiliriz. Fakat yine de, Mukaddes
Kitabın yazarı nerelerde tefsir ve şerh olarak bölümler yazmışsa, oralarda
bunların Tevrat’ın bir bölümü olup olmadığını anlamak hayli güçleşmiş oluyor.
16.4. SON PEYGAMBER (A.S.)’İN
NÜBÜVVETİNİN AREFESİNDE YAHUDİLERİN DİNÎ VE SOSYAL DURUMU
16.4.1.
Arabistan’daki Yahudilerin Güvenilir Bir Tarihi Yoktur
Arabistan’daki Yahudilerin güvenilir bir tarihi dünyada yoktur.
Arabistan’daki Yahudiler de geçmiş tarihlerine ışık tutacak herhangi bir yazı,
kitap veya yazıt bırakmamışlardır. Ayrıca, Arabistan’ın dışındaki Yahudiler de
Arap dindaşlarıyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçileri ile yazarları bunlardan hiç
bahsetmemişlerdir. Bunun sebebi, herhalde Arap yarımadasındaki Yahudilerin,
dünyanın diğer bölgelerindeki dindaşlarından kopmuş olmalarıydı. Arabistan’ın
dışındaki ırktaş ve dindaşları, onları kendilerinden saymıyorlardı, çünkü onlar
İbranice’yi, İbranî kültür örf ve âdetlerini terk etmişlerdi. Hatta isimleri de
Araplar gibiydi. Hicâz’da arkeolog ve tarihçiler tarafından yapılan kazılar
sonunda ortaya çıkarılan tarihi eserler ve kitabelerde, M.S. birinci yüzyıldan
önce Yahudilerin adı hiç geçmiyor. Daha sonraki devirlere ait olan kitabelerde
de ancak birkaç Yahudi ismine rastlanıyor, o kadar. Bu sebeple, Arap
Yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez Araplar arasında kulaktan kulağa
anlatılan rivâyetler ve söylentilere itibar etmek zorundayız. Bu rivâyetlerin
çoğu da bizzat Yahudiler tarafından ortaya atılmıştı.
Hicaz’daki Yahudiler, buraya ilk önce Hz. Musa (a.s.)’nın
ömrünün sonuna doğru gelip yerleştiklerini iddia ediyorlardı. Anlattıkları
hikâye şöyle idi: Hz. Musa, Yesrib, (Medine) deki Amalikalıları söküp atmak
üzere bir ordu göndermişti. Amâlikalılardan hiçbirinin sağ bırakılmamasını
emretmişti. İsrail oğullarının bu ordusu Yesrib’e geldikten sonra
peygamberlerinin emrine uyarak Amâlikalıların hemen hemen hepsini kılıçtan
geçirdi. Fakat Amâlikalıların kralının bir oğlu çok genç ve yakışıklıydı.
İsrail oğulları onu sağ bıraktılar, ve onu alarak Filistin’e götürdüler. O
zamana kadar Hz. Musa ölmüştü ve halifeleri bir Amalikalı gencin sağ
bırakılmasına çok kızdılar. İsrail ordusunun bu hususta peygamberin sözüne ve
şeriatına karşı hareket ettiğini belirttiler ve bu sebepten dolayı o orduyu
kendi camia’larından ihraç ettiler. Bu orduya mensup olanlar mecburen Yesribe
dönüp yerleştiler (Bk: Kitâb-ul Egânî, c. 19, s. 94). Demek ki, Yahudiler,
atalarının M.Ö. 1200’den beri Arabistan’a gelip yerleştikleri iddiasında
idiler. Fakat, bunun herhangi bir tarihi ispatı yoktur. Kuvvetli ihtimal şu ki
Yahudiler, kendilerinin eski bir millet ve iyi bir soydan geldiklerini iddia
etmek suretiyle Arap hemşehrilerine hava atmak istiyorlardı.
Medine-i Münevvere’nin Yahudi Yerleşim Plânı
Yahudilerin kendi ifadelerine göre, İsrail oğullarının ikinci
göçü, Babil hükümdarı Büht-un Nasr’ın M.Ö. 587’de Kudüsü tamamıyla imha
etmesinden sonra başladı. Arabistan’ın Yahudilerinin anlattıklarına göre, o
sırada çeşitli Yahudi kabileleri gelip Kura vadisine, Taymâ’ya ve Yesrib’e
yerleşmişlerdi. (Fütûh-ul Buldan: El-Belâzurî). Fakat bu iddianın da herhangi
bir tarihî kanıtı yoktur. Yahudilerin bu hikâye ile de soyluluklarını ortaya
koyma çabasında olduklarını söyleyebiliriz.
Tarih’te sabit olan gerçek şu ki, M.S. 70’te Romalılar
Filistin’de Yahudilerin büyük bir katliamına girişip, M.S. 132’de buralardan
ihraç edince bazı Yahudi kabileleri kaçıp Hicâz’a sığındılar, zira burası
Filistin’in güneyinde idi. Yahudiler oturmak için genellikle su, mer’a ve
ağaçların bol olduğu yöreleri seçtiler. Daha sonra, hile, desise ve faizli
ticari faaliyetlerinin sonunda bu yerlere hâkim oldular. Yahudiler işte bu
sırada Ayle, Makna, Tebûk, Taymâ, El-Kura vadisi, Fedek ve Hayber’de nüfuz
sahibi oldular. Aynı dönemde, Ben-i Kureyza, Ben-i Nadir, Ben-i Bahdel ve Ben-i
Kaynuka Yesrib’e gelip yerleştiler.
Yesrib’e veya Medine’ye iskân eden kabileler arasında Ben-i
Nadir ve Ben-i Kureyza önde gelirlerdi. Zira, bunların çoğu kâhin ve rahip
sınıfından geliyorlardı. Bunlar Yahudiler arasında soylu, şeref ve itibar
sahibi sayılırlardı. Dinî konularda üstünlük ve iktidarları tartışılmazdı.
Bunlar Medine’ye yerleştikleri sırada bu şehirde bazı diğer Arap kabileleri de
vardı. Fakat bunlar baskın çıktılar ve en iyi yerlerini ele geçirdiler. Bundan
takriben üç asır sonra, M.S. 450-451’de, Seb’e suresinde sözü edilen
Yemen’deki büyük sel felâketi meydana geldi. Bu sel felâketi yüzünden Sebe’
(Saba) kavminin bazı kabileleri Yemen’den çıkıp Arabistan’ın çeşitli bölgelerine
dağıldılar. Bunlardan Gassan Şam’a, Lahmî Irak’a, Ben-î Hüza’a Cidde ile Mekke
arasında bir yere ve Evs ile Hazrec Yesrib’e yerleştiler. Yesrib’e Yahudiler
hâkim olduğu için ilk önce Evs ile Hazrec’in kımıldamasına bile izin
vermediler, ve bu iki kabile çaresizlik içinde kuru ve verimli olmayan
topraklara yerleştiler. Buralarda karınlarını bile zor doyurabiliyorlardı.
Nihâyet bu kabile reislerinden biri Gassanlı kardeşlerinden yardım almak üzere
Şam’a gitti ve oradan bir orduyla gelip Yahudilerin gücünü kırdı. Böylece Evs
ile Hazrec bütün Yesrib’e rakipsiz hâkim oldular. Yahudilerin iki büyük kabilesi
olan Ben-î Nadîr ile Ben-i Kureyza, şehrin dışına gidip yerleşmek zorunda
kaldılar. Üçüncü kabile Ben-i Kaynuka’ ise, diğer iki kabile ile devamlı kavga
içinde olduğu için Yes-rib’te kalmaya devam etti. Fakat burada kalabilmesi için
Hazrec’in himayesini kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Buna karşı, Ben-i Nadir
ile Ben-i Kureyza da gidip Evs’e sığındılar. Amaçları, düşmanlarının
himayesinde de olsa huzur ve emniyette yaşayabilmeleriydi.
16.4.2. Hz.
Muhammed (A.S.)’in Peygamberliği Sırasında Yahudilerin Durumu
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın dünyaya gelişi ve daha sonra
peygamberlik payesine yükseltilmesi sırasında umumiyetle Hicâz’da ve
hususiyetle Yesrib’de Yahudilerin durumu şöyle idi:
Yahudiler, (dil, kifayet, kültür ve medeniyet) konusunda her
bakımdan Araplaşmalardı, isimleri bile Arap gibi idi. Hicâz’da yaşamakta olan
12 Yahudi kabilenin adı, Ben-î Za’ûrâ’nın dışında, İbranî değildi. Yahudilerin
birkaç ulemasının dışında kimse İbranice bilmezdi. Cahiliyye devrinde Yahudi
şairlerinin yazdığı şiirler, konu; düşünce ve dil bakımından Arap
şairlerinkinden farklı unsurlar taşımıyorlardı. Yahudiler ile Araplar arasında
içtimaî münasebetler giderek çoğalmış ve pekişmişti. Aralarında evlilik bağları
ve diğer ilişkiler kuruluyordu. Görünüşte kendileri ve diğer Araplar arasında
dinden başka bir fark yoktu. Fakat yine de Araplara tamamıyla yanaşamamış,
onlarla kaynaşamamışlardı. Her yerde olduğu gibi Yahudi kimliklerini korumaya
devam ediyorlardı. Görünüşteki Araplaşmaları, Arabistan’da hayatta
kalabilmeleri içindi. Yoksa temelde ve özde Yahudi oğlu Yahudi idiler.
Arabistan’daki Yahudilerin Araplaşması bazı Batılı
oryantalistleri yanıltmıştır. Onların aslında Yahudi olmayıp, Yahudiliği kabul
etmiş olan Araplar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ne var ki, Yahudilerin tarihin
herhangi bir döneminde Arabistan’da misyoner faaliyetlerine dair hiçbir delil
yoktur. Bunun aksine, Yahudilerin büyüklük ve üstünlük kompleksi içinde
oldukları, kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar ettiklerini görüyoruz.
Yahudiler, Araplara vahşi ve cahil derlerdi. Kendilerini üstün görür ve onlara
hayvan muamelesi yapmayı adetâ bir hak sayarlardı. Arapların mallanın çeşitli
hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi. Arap kabile reislerinin dışında
kimsenin Yahudiliğe girmesine izin vermiyorlardı. Ne tarih kitaplarında, ne de
Arapların gelenek ve göreneklerinde, herhangi bir Arap kabilesi veya tanınmış
bir ailenin Yahudiliği kabul ettiğinin herhangi bir kanıtı vardır. Fakat tek tük
Arapların Yahudiliği kabul ettiği biliniyor. Aslında, Yahudiler kendi dinlerini
yaymaktansa ticaret ile uğraşmayı tercih ederlerdi. Bundan dolayıdır ki,
Yahudilik Hicâz’da bir din olarak pek kabûl görmedi ve sadece birkaç kabilenin
dini olarak kaldı. Yahudi din adamları ve ulemasının bir bölümü falcılık ve bir
takım sihir ve büyü ile ilgileniyor Arapları kandırmaya çalışıyorlardı.
16.4.3.
Yahudilerin Ekonomik Durumu
Yahudiler, Arap kabilelerine nisbetle ekonomik açıdan daha
güçlüydüler. Yahudiler, Filistin ve Suriye gibi nispeten daha gelişmiş ve uygar
ülkelerden geldikleri için Arapların bilemedikleri bazı sanat ve hünerleri
biliyorlardı. Dış dünya ile ticari ilişkileri de vardı. Yesrib ile yukarı
Hicâz’da ticaretin çoğu Yahudilerin ellerinde idi. Yahudiler dış ülkelerden gıda
maddeleri ithal eder ve buralardan dışarıya hurma ihraç ederlerdi. Tavukçuluk,
bazı diğer hayvanları beslemek ve balıkçılık alanında da söz sahibiydiler.
Dokuma, basma kumaş ve benzeri malzemenin imalatını da yapıyorlardı. Yer yer
meyhane de açmışlardı. Buralara akşam vakti içkiler getirilip satılırdı. Ben-i
Kaynuka’ mensupları umumiyetle kuyumculuk, demircilik ve çanak çömlek imalâtında
usta idiler. Bütün bu ticaret ve sanayide Yahudiler fahiş paralar alır ve aşırı
kâr ederlerdi. Ama en büyük işleri tefecilikti. Borç para verip çok yüksek faiz
alırlardı. Faizcilikleriyle oturdukları yerlerde ve çevredeki Arapları
avuçlarına almışlardı. Araplar arasında özellikle gösteriş meraklısı ve savurgan
olan kabile reisleri ve şeyhler boğazlarına kadar borçlara girmiş ve Yahudilerin
oyuncağı olmuşlardı. Yahudilerden bir defa borç almış olan Araplar bir daha
kurtulamazlardı. Zira faizler çok yüksekti ve ödeme şartları çok ağırdı. Faiz
ödemekten asıl parayı geri verme fırsatını bulamazlardı. Kısacası, Yahudiler
Arapların ekonomisine hâkim olmuş ve ticaret ile iş hayatındaki entrikalarıyla
Arapları içten içe kemirmiş ve iflasın eşiğine getirmişlerdi. Arapların
ekonomik ve mali açıdan Yahudilere böylesine bağlanması, bu millete karşı kin
ve nefretlerini de arttırmıştı ve iktisadî esaretten kurtulma fırsatlarını
arıyorlardı.
Yahudilerin Arabistan’daki geniş malî ve ticarî menfaatleri,
onların Araplarla dost olarak kalması ve mahalli kavga ve çatışmalara
karışmamasını gerektiriyordu. Fakat yine malî menfaatlerini korumak ve
sürdürmek amacıyla, Arapların hiçbir zaman birlik ve beraberlik içinde
olmamaları, ve bölünüp parçalanmalarını da gerektiriyordu. Zira, Araplar
arasındaki kısır çekişmeler sona erip aralarında birlik ve dayanışma kurulduğu
gün, Yahudiler, sahip bulundukları büyük verimli topraklar, bağ ve bahçeler ve
mamur bölgelerden kovulacaklarını biliyorlardı. Yahudiler ayrıca kendi can ve
mal güvenliklerini teminat altına almak maksadıyla güçlü olan şu ya da bu Arap
kabilesiyle ittifak kurup onun himayesine girerlerdi. Böylece, başka güçlü bir
Arap kabilesinin tecavüzlerinden korunmuş olurlardı. Bu sebeple, Yahudiler sık
sık Arap kabileleri arasındaki savaşlara katılırlardı. Hatta bazen bir Yahudi
kabilesi, müttefiki olan bir Yahudi kabilesine saldırırdı. Nitekim, Yesrib’de
Ben-i Kureyza ile Ben-i Nadîr, Evs adlı Arap kabilesinin müttefiki idiler. Ben-i
Kaynuka’ ise Hazrec’in müttefikiydi. Hz. Muhammed (a.s.) in Medine’ye
hicretinden az önce, Bu’has mevkiinde Evs ile Hazrec arasında rneydana gelen
kanlı çatışmada iki tarafın müttefik Yahudi kabileleri de aralarında
çatışmışlardı.
16.4.4.
Yahudilerin Dinî İnanç ve İbâdetleri Sadece Birer Gösteriydi
Yahudiler, Tevhid, peygamberlik, vahiy, âhiret ve melekler gibi
kavramları biliyorlardı ve bazıları bunları kabul ediyorlardı. Yahudiler, Allah
tarafından Hz. Musa’ya verildiği belirtilen şeriatı’ da kabul ediyorlardı. İlke
olarak onların dini de İslâm’dı ve Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işte bu dini
Arabistan’da yaymaya çalışıyordu. Ama yüzyılların erozyonuyla Yahudilerin dini
bambaşka bir şekil almıştı. Bilindiği gibi, Hz. Musa’nın ölümünden sonra aradan
1900 yıl geçmişti. İsrail oğullarının tarihine göre Hz. Musa (a.s.) M.Ö. 1272’de
vefat etmişti. Hz. Peygamber (a.s.) ise M.S. 610’da peygamberlik payesine
yükseldi. Yahudilerin akide ve itikatlarına gayri İslâmî unsurlar katılmıştı.
Yahudilerin yaşantılarında öyle bazı ibadet ve merasimler yayılmıştı ki,
bunların Hz. Musa’nın getirdiği din ile hiçbir ilgisi yoktu ve bunları Tevrat’ta
da bulmak mümkün değildi. Bizzat Tevrat’ta Allah ile kulların sözleri birbiriyle
karıştırılmıştı. Allah’ın bazı söz ve deyimleri aynen muhafaza edilmişse de,
bunların tefsiri ve tevili, bunları anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hale
getirmişti. Dinin gerçek ruhu kaybolup gitmişti ve sadece gösteriş ve tantana
ortada kalmıştı. Yahudi din adamı ve rahipleri ile diğer kimseler, sadece evham,
hurafat, merasim ve ibadetlerden ibaret olan bu ruhsuz iskeleti asıl din olarak
kabul ediyor ve dünyaya gösteriyorlardı. Dinin pratik yönü, özellikle iktisât,
siyaset, ahlâk ve kültür ile ilgili talimatı unutulmuş ya da tahrif edilmişti.
İman ve ahlâkları zayıflamıştı. Ama, durumlarını düzeltecek herhangi bir
harekete karşıydılar. Zâten Yahudi veya İsrail oğulları arasında ne zaman
peygamberler ve sâlih kişiler doğmuşsa, Yahudiler bunların kendi düşmanları
olduğunu ilân etmiş ve davalarını zayıflatmak ve başarısızlığa uğratmak için
olanca güçleriyle çalışmışlardı.
Yahudi inançlarına göre, ticaret ve iş’te doğruluk ve dürüstlük
ancak kendi ırk ve dinlerinden olanlarla muamele yapıldığı zaman söz konusu
olabilirdi. Yahudilerin başka din veya ırktan olanlarla ticaret ve iş muamelesi
sırasında dürüstlüğe hiç gerek yoktu. Bu sebeple, Yahudiler, başka milletlerin
para ve mal-ü mülklerini her türlü hile ve entrika ile elde etmeyi tamamıyla
uygun ve gerekli addederlerdi. Aslında, Yahudi dininin tümü, İsrail oğulları ve
İsrailli olmayanlar arasında her konuda ve her zaman ayırım yapmak üzerine bina
edilmişti. Böylece, İsraillinin yaptığı bir şey câiz ve mübah sayılırken, aynı
dinden olan, ama başka bir ırktan olan birinin yaptığı aynı şey haram ve mekrûh
kabul edilmiştir. Meselâ, İncil’de bir yerde bir kişinin başka bir kişiye
verdiği borcun 7 yıl sonra affedilmesi tavsiye edilirken, İsrailli olmayan
Yahudiler için şöyle denilmiştir: “Fakat yabancıdan bunu (borcun ödenmesini)
isteyebilirsin,” (istisna-15: 3). Başka bir yerinde faiz almanın yasak olduğu
belirtilmiştir, ama aynı zamanda şöyle denilmiştir: “Sen yabancıya (İsrailli
olmayana) faizle kredi verebilirsin, ama baban ve kardeşlerine verme.”
(İstisna, 23:20). Başka bir yerde şu kayıtlara rastlıyoruz: “Eğer bir şahıs,
İsrailli kardeşlerinden birini köle yapmak veya satmak niyetiyle kaçırırsa, o
şahıs yakalanınca öldürülmelidir.” (istisna, 24:7). Talmud’da, bir İsraillinin
öküzü başka bir İsraillinin öküzünü yaraladığı takdirde ilk öküzün sahibinin
tazminat ödemeyeceği, ama aynı kişinin İsrailli olmaması halinde tazminat
ödemesi gerektiği kaydedilmiştir. Yine, aynı kitapta şu kayıtlara rastlıyoruz:
“Eğer bir kişi yolda veya başka bir yerde bir şey bulursa, etrafta kimlerin
bulunduğu veya oturduğunu araştırmalıdır. Eğer çevrede İsrailliler varsa o
eşyanın sahibi için ilân vermelidir. Aksi takdirde o eşyayı kendine
saklamalı-dır.” Rabbî Samuel’in dediği gibi, eğer bir İsrailli ile bir yabancı
(vahşi)’nin davası bir mahkemeye gelirse, yargıç kendi din kardeşinin İsrail
kanunlarına göre davayı kazanmasını sağlayabiliyorsa öyle yapmalıdır ve “bu
bizim kanunumuzdur” diye hüküm vermelidir; fakat din kardeşini, yabancıların
kanunlarına göre kazandırması mümkünse öyle yapmalıdır ve “bu sizin
kanununuzdur” demelidir. Fakat bu iki kanun da İsraillinin lehinde değilse, o
zaman ne yapıp yapıp gerekirse hile ve oyunlarla din kardeşinin davayı
kazanmasını temin etmelidir. Yine başka bir Rabbî Samuel’in öğütü şudur:
İsrailliler, yabancı ve İsrailli olmayanların her hatâsından faydalanmayı
bilmelidirler.
Yahudi uleması, zamanlarının çoğunu küçük ve önemsiz dini kural
ve inançlarla uğraşmakla geçirirlerdi. Gereksiz ayrıntılara dalar ve olmadık
şeyler için dinî münazara ve münakaşa yaparlardı. Türlü çeşit tefsir, te’vil ve
açıklamalarla uğraşırlardı, ama dinin temel inanç ve kurallarından kaçarlardı.
Tevrat’ın küfr ve şirki yasakladığını biliyorlardı, ama böylesine önemli ve
büyük bir konuda fikirlerini söylemekten kaçarlardı. Şirk onlara göre çok hafif
bir günâhtı. Bu sebeple, ne kendi halklarının ıslâhı için ne de Arap
müşriklerinin doğru yola getirilmesi için çaba harcıyorlardı.
Yahudilerin kendi dini talimat ve emirlerinden kaçışlarının bir
örneği, Hayberli Yahudilerin, Hz. Peygamber’e karar vermesi için getirdikleri
dava idi. Dava şöyle idi: Hayber’in Yahudi eşrafından bir erkek ile bir kadın
arasında gayri meşru ilişki olduğu ortaya çıktı. Tevrat’a göre ikisi zina
suçundan recm’e mahkûm edilmeliydiler. Yani, cezaları, taşlanarak öldürülmekti
(İstisna: Bölüm. 22-âyet 23-24). Fakat, Yahudiler bu cezayı uygulama cesaretini
kendilerinde bulamadıkları için Hz. Muhammed (a.s.)’i hâkem tâyin ettiler.
Bundan önce Hz. Muhammed’in vereceği karar hakkında anlaşmışlardı. Eğer Hz.
Peygamber’in kararı “recm” ise kabul edilmeyecekti, ama kararı başka türlü ise
kabul edilecekti. Dava Rasûlullah (a.s.)’a gelince o da “recm”e karar verdi.
Fakat Yahudiler bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendilerine,
“dininizde bunun cezası nedir” diye sordu. Yahudiler de hafif bir cezadan söz
ettiler ve “bunun cezası, kırbaçlamak ve suçluların eşeğe bindirilip halk
arasında dolaştırılmasıdır” dediler. Rasûlullah (a.s.) kendilerinin, yemin
ederek, Tevrat’ta evli bir erkek ve evli bir kadın arasında yapılan Zina’nın
cezasının ne olduğunu söylemelerini istedi. Yahudiler yine yalan söylediler.
Fakat bunlardan biri İbn Sûriâ ki bizzat Yahudilerin ifadesine göre Tevrat’ın
en büyük âlimiydi, hiç ses çıkarmadı. Rasûlullah kendisine hitaben, “Sizleri
Firavun’dan kurtarıp Tûr (dağında)’da size şeriat veren Allah’a yemin ederek
söyle, Tevrat’ta Zina’nın cezası gerçekten bu mudur?” dedi. İbn Suria şu cevabı
verdi: “Eğer siz bana yemin ettirmeseydiniz cevap vermeyecektim. Gerçek şu ki,
zina fiilinin cezası “recm” (taşlanma) dir. Fakat bizde zina fiili çoğalınca,
hâkim ve hükümdarlarımız başka bir uygulama getirdiler. Buna göre büyük ve
zengin kişiler bu suçu işleyince onlara bir şey yapılmazdı, ama aynı suç küçük
ve fakir kişiler tarafından işlenince onlar taşlanıp öldürülürdü. Fakat daha
sonra halktan sert tepkiler gelmeye başlayınca, Biz Tevrat’ın kanununu
değiştirdik ve artık zina yapan erkek ile kadını kırbaçlar ve yüzlerine boya
sürüp eşeklere bindirip halk arasında dolaştırırız” dedi.
Yahudiler, Allah’ın indirdiği şerîat’tan yüz çevirip işlerine
gelen kanun ve kurallar geliştirmeye başlayınca bazı helâl ve temiz şeyleri
türlü bahanelerle haram yapıverdiler. Nitekim, tırnakları olan hayvanlar meselâ,
deve kuşu, kaz ve ördeklerin etinin yenmesi haram oldu. İnek ve keçinin yağları
da haram yiyecekler arasına girdi. İncil’de haram olarak belirtilen bu yiyecek
ve maddeler eskiden Tevrat’a göre haram değildi. Zaten bugünkü Yahudi
şeriatının, Hz. Musa’dan çok sonra M.S. ikinci yüzyılda Rabbî yahuda (Juda)
tarafından hazırlandığı tarih kitaplarında sabittir.
16.4.7.
Yahudilerin Hz. Muhammed (a.s.)’e Takındığı Düşmanca Tavır
Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Onlar kendi kitaplarını tasdik edici olarak Allah tarafından
bir kitap geldiğinde -ki o kitapla müşrikler üzerine fetih ümit ederlerdi- onu
inkâr ettiler. Allah’ın lâneti kâfirlere olsun.” (El-Bakara; 89)
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın doğuşundan önce Yahudiler
kendisini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Zira bu peygamber (a.s.)’in gelişinin
haberini geçmişteki peygamberleri çeşitli zamanlarda ve vesilelerle
vermişler-di.[8]
Yahudiler, Hz. Muhammed (a.s.)’e bir kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Onun
gelmesiyle kâfirlerin galebesinin sona ereceğine ve kendilerinin tekrar iktidar
ve ikbal sahibi olacaklarına inanıyorlardı. Bu sebeple sık sık Allah’a dua
ediyor ve bu peygamber’in bir an önce kendilerine gelmesini diliyorlardı.
Medinelilerin ifadelerine göre Yahudi komşuları sabahtan akşama kadar gelecek
peygamberden söz edip dururlardı. Yahudiler genellikle şöyle derlerdi: “Bizim
mahkûmiyet ve mazlûmiyet günlerimiz bitmek üzeredir. Allah’ın Resûlü gelince
zâlimlere iyi ders vereceğiz.” Medineliler, Yahudilerin bu sözlerini her zaman
duyuyorlardı, onun için Mekke’de Hz. Muhammed(a.s.) adında bir peygamberin
doğduğunu öğrenince, komşuları olan Yahudilerden önce Rasûlullah (a.s.)’a iman
etmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne gariptir ki, yolunu sabırsızlıkla
bekledikleri Peygamber (a.s.) doğup, Allah’ın mesajını herkese anlatmaya
başlayınca aynı Yahudiler bu sefer kendisinin en büyük düşmanı oluverdiler.
Yukarıdaki ayette Yahudilerin işte bu tutumuna değinilmiştir.
Yahudilerin Allah’tan gelen peygamber ve kitabını daha önceden
bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu peygamber ve Kitap gelince tavırlarını
değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir rivâyet Ümmül Mü’minin, Hz.
Safiyye’nindir. Hz. Safiyye kendisi tanınmış bir Yahudi âlimin kızı ve başka bir
âlimin yeğeniydi. Rivâyete göre, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) Medine’ye teşrif
edince, babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye gittiler ve kendisiyle
uzun müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası eve dönünce, aralarında şöyle bir
konuşma geçti.
Amca: Bu, gerçekten, kitaplarımızda haberi verilen peygamber
midir?
Baba: Evet, vallahi o aynı peygamberdir.
Amca: Sen buna inanıyor musun?
Baba: Evet
Amca: O halde, ne yapmak istiyorsun?
Baba: Vallahi, ben yaşadığım müddetçe ona muhalefet edeceğim.
(İbn Hişâm: Cilt II, s. 165, yeni baskı)
16.4.8.
Yahudilerin Düşmanlığı ve Çıkardıkları Fitneler
Araplar genellikle okuma, yazma bilmiyorlardı. Buna karşılık,
Yahudilerde eğitim ve öğretim daha çok yaygındı. Yahudiler arasında öyle bazı
âlimler vardı ki, şöhretleri Arabistan sınırlarını aşmıştı. Bu bakımdan,
Yahudiler Araplara karşı bilgi ve kültür üstünlüğüne sahiptiler ve bununla
fazlasıyla gurur duyuyorlardı. Ayrıca falcılık, gelecekten haber vermek ve
muhtaçlara muska yazmak gibi faaliyetlerde bulunan Yahudi din adamları ve
kâhinleri de Arapları tesirleri altında tutuyorlardı. Özellikle Medineli
Araplar, Yahudilerin dini ve kültürel etkisi altında yaşıyorlardı. Medineli
Araplar, tıpkı okuma yazma bilmeyen bir köylünün, şehirde yaşayan kültürlü bir
kişinin yanında küçüldüğü ve eziklik duyduğu gibi Yahudilerin yanında küçüldükçe
küçülüyorlardı.
Bu şartlar altında, Hazreti Muhammed (a.s.) kendisini halka ümmi
bir peygamber olarak sununca ve Allah’ın kitabından ayetler okuyunca Araplar
doğal bir tepki göstererek komşuları Yahudilere giderek şöyle sorular sormaya
başladılar: “Siz Ehl-i Kitapsınız. Sizin de nebi veya peygamberleriniz vardır.
Sizin de bir kitabınız vardır. Lütfen söyleyebilir misiniz, kendisine Allah’ın
peygamberi diyerek ortaya çıkan zât neyin nesidir? Biz cahil kimseleriz.
Kitapları okuyamayız, dini bilgilerimiz yoktur. Siz bu hususta daha geniş
bilgilere sahipsiniz. Aramızdan doğan peygamber hakkında ne diyorsunuz?
Söyledikleri doğru mudur? Kendisi gerçekten Allah’ın peygamberi midir?”
Gerçekten de, Hz. Muhammed (a.s.) Medine’ye gelince pek çok Arap, Yahudilerin
âlimlerine giderek buna benzer sorular yöneltmeye başladılar. Ne var ki, bu
Yahudi din adamları ve âlimleri halka hiçbir zaman açık seçik cevap vermediler.
Hep dolaylı ve dolambaçlı şekilde konuştular. Bu âlimler için, Hz. Muhammed
(a.s.)’in getirdiği “Tevhîd” mefhumunun yanlış veya peygamberler, kutsal
kitaplar, melekler ve âhiret hakkında söylediklerinin asılsız olduğunu iddia
etmeleri güçtü. Fakat aynı zamanda, Hz. Peygamber’in vaaz ettiği din, ahlâk
kuralları ve sosyal ilkelerin tamamının doğru olduğunu kabul etmeleri de zordu.
Daha doğrusu bunu kabul etmeye razı değillerdi. Onlar ne doğruyu ve gerçeği
tamamıyla reddedebiliyorlardı, ne de gerçeği kabul etmeye hazırdılar. Bu iki
yol arasında üçüncü bir yolu tercih ettiler ve kendilerine fikir almak üzere
gelen Arapların kalplerinde Hz. Peygamber (a.s.), O’na tabi olan müslüman
cemaati ve savunmakta olduğu dava hakkında bazı şüphe ve vesveseler yarattılar.
Şu veya bu olaya veya konuya değinerek halkı tereddüde sevk ettiler.
Kendilerine soru sormaya gelenlerin kafalarını öyle karıştırdılar ki, bu kişiler
daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)’e ve sadık arkadaşlarına giderek onların
kafalarını da karıştırdılar ve önlerine, çözümlenmesi beklenen bazı sorunlar ve
cevap verilmesi gereken sorular bıraktılar. Yahudilerin işte bu fitne ve
fesâdlarına El-Bakara Sûresinde (âyet: 42) şöyle temas edilmiştir:
“Hakkı batıl ile karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı
gizlemeyin”[9]
[1] Bk: “The
Holy Sepulchre”, Jewish Publications Society of America, 1954, (Doğum,
Bölüm: 32: 25-29). Yahudilerin “Mukaddes Suhuf’unun toplandığı bu eserlerde
Hz. Yakûb’un Allah’la güreşmesi ile ilgili bu ifadeler kullanılmıştır.
Hristiyanlara ait olan İncil’de aynı konuya değinilmiştir. Mukaddes Suhufta
İsrail kelimesinin anlamı şöyle verilmiştir: “Allah ile güreşe tutuşan”
Encylopaedia of Biblical Literature’de ise hristiyan ulemâ, bunun anlamını,
“Allah ile güreşmiş olan” olarak vermişlerdir. İncil’de Hz. Yakûb’un
gençliğinde güreşte Allah’ı ve melekleri yendiği kaydedilmiştir.
[2] Talmud’da
belirtildiği gibi, Hz. Yakûb’un gelişine dair haber Mısır’ın başşehrine
ulaşınca, Hz. Yusuf bütün hükûmet erkânı ve mümtaz kişilerle ve büyük bir
ordu ile kendisini karşılamaya çıktı ve tantanalı bir şekilde başkente
getirdi. O gün başşehirde ve bütün ülkede tam bir şenlik ve mutluluk vardı.
[3] Bu
tahminimizin doğru olduğunu gösteren İncil’de çeşitli yerlerde kayıt ve
işaretler vardır. Meselâ, İsrail oğullarının Mısır’dan hicretini anlatan
“Huruc” Bölümünde İsrail oğulları için şu ifade kullanılıyor: “Onlar ile
beraber karışık bir kalabalık ta vardı.” 12: 38). Bundan sonra İsrailli
olmayan bu Mısırlı müslümanlar için sürekli olarak “yabancı ve ecnebi”
deyimleri kullanılmıştır. Nitekim, Tevrat’ta Hz. Musa’ya verilen talimat
şöyledir: “Senin için ve senden bulunan yabancı için kuşaktan kuşağa aynı
anayasa geçerli olacaktır. Hudâvend katında yabancılar da senin gibidirler.”
(15-15:15).
[4] Hz. Musa
(a.s.) Allah’ın dinini yaymak konusunda ne gibi güçlüklerle karşılaştı,
Firavun’un önüne nasıl çıktı, onlara ne mesajlar verdi ve ne gibi
uyarılarda bulundu ve bu dönemde Fir’avun ve taraftarlarına ne çeşit uyanlar
ve azaplar geldi, ayrıca İsrail oğullarının durumu ne idi? Bu safhalar bizi
doğrudan ilgilendirmediği için burada uzun uzun anlatmadık ve sadece,
Allah’ın emriyle Hz. Musa ve Ümmetinin Mısır’dan ayrılışı gibi tarihi önem
taşıyan bir olaya değiniyoruz.
[5] Hz. Musa’nın
ümmetinin çöldeki yolculuğu ve çileli yaşantısı pek çok açıdan ibret
vericidir. Bu süre içinde İsrail oğulları zaman zaman Allah’ın mucizelerini
gördüler ve nimetlerinden istifade ettiler. Yine bu devrede, geçmişteki
esaret ve mahkûmiyetlerinin bazı kötü neticelerini ortaya çıkarmaya, dinî
ve ahlâkî bozukluklara doğru adımlar atılmaya başlandı.
[6] Tevrat’ta
Allah’ın kelâmı olarak kabul edilebilecek çok az sayıdaki ibarelerine ve
bölümlerine bol miktarda söz, hikâye, vaaz ve telkin, yahudi din adamları,
rahip, kâhin ve müfessirler tarafından ilâve edilmiştir ve zâten bunlar
Yahudiliğin iskeletini oluşturmaktadırlar.
[7] Kur’ân-ı
Kerîm, yahudi ulemanın tutumunu şu ifade ile anlatmıştır: “Ey mü’minler,
yahudi bilginlerinden ve hristiyan rahiplerinden birçokları, insanların
mallarını batıl (sebeplerle) yerler. Ve halkı Allah’ın yolundan men’edenler.
(Tevbe; 34). Yani burada din adamı ve rahiplerin asıl gayenin kendilerine
maddî menfaat sağlamak olduğu belirtilmiştir. Bu menfaatçi zümre kendilerine
para, pul, mal-ü mülk hediye ve bağış şeklinde verilmesini teminat altına
almak için insanların dinleri ve inançlarıyla oynuyor ve çeşitli hile ve
desiselere başvuruyorlardı.
[8] Hz. Muhammed
(a.s.)’in Allah’ın peygamberi olarak dünyaya geleceğine dair kehânetler hem
Tevrât hem İncil’de yer almıştır. Bu kehânetlerden Hıristiyanlarla ilgili
bölümde topluca bahsedilmiştir.
[9] Yahudilerin
ördükleri fitne ve fesâd ağı çok büyüktü. Onların menfi propagandaları
yüzünden müslüman cemaat içinden münafıklar doğdu, ki her önemli olayda ve
aşamada müslümanları zor duruma sokmaya ve kösteklemeye çalıştılar.
Yahudiler ve münafıklar Hz. Peygamber’e karşı suikast düzenlemek ve onu
öldürmeyi planlamaktan da geri kalmadılar.